google-site-verification=PbL_5t5j-grNUlEnxPDPRb9h69cnQI7ks2lm5P-n88U
top of page

Ayrıntıların Keyfi

Yaşadığımız coğrafya açısından çok şanslıyız aslında. Prehistorik (tarih öncesi) çağlardan Osmanlı İmparatorluğu’nun sonuna kadar inanılmaz bir birikime sahibiz. Toprağın üstü kadar altı da zengin ülkemizde, henüz ortaya çıkarılmamış, araştırması yapılmamış ya da tamamlanmamış, bölgeler, yerleşmeler ve anıtlar var. Olanları bile gezmeye ömür yeter mi, inanın bilmiyorum. Ancak, önemli olan çok değil, lâyıkıyla gezmektir kanımca.

Ülkemizdeki pek çok kent, aslında birer höyüktür, yani tarih boyunca üst üste oluşmuş yerleşmelerdir. Örneğin, İstanbul da bir höyüktür. Fikirtepe, Pendik, Büyük Çekmece gibi bazı semtlerde Paleolitik (Eski Taş) Çağ’dan günümüze kadar yerleşme sürmektedir.  Yenikapı’da Marmaray kazılarındaki son bulgular ise meşhur Byzas efsanesini tamamen yok ederek İstanbul’da Neolitik (Yeni Taş) Çağ’dan beri yerleşme olduğunu ispatlıyor. Daha eski bulgulara bakarsak, günümüzden yaklaşık olarak 400.000 (yazıyla dörtyüzbin) yıl önce Yarımburgaz Mağarası'nda yaşam olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bulgulara göre mağarada yaklaşık 10-12 kişilik, toplayıcı bir besin ekonomisine sahip göçebe bir aile/klan yaşamaktaydı. Ne yazık ki kültür varlığı olarak eşsiz bir konumda olan bu mağara, İstanbul’a yakınlığı nedeniyle piknikçiler, “amatör arkeologlar”, yasa dışı işlerle uğraşanlar ve hatta mantar yetiştiricileri tarafından tahrip edilmiş, tescilli bir kültür varlığı olmasına rağmen sinema ve televizyon platosu olarak kiraya verilmiştir. Kısacası, devlet eliyle tahribata katkıda bulunulmuştur.

İstanbul, tarih öncesi çağlardan itibaren her daim cazip bir yerleşme olarak varlığını sürdürmektedir. Günümüzde, ne yazık ki pek çok yerde, özellikle sanayileşmenin başladığı 1950’li yıllardan sonraki yoğun göç nedeniyle oluşan semtlerde, arkeolojik araştırma yapmak neredeyse mümkün değildir. Kültür varlıklarının çok büyük bir kısmı çağdaş yerleşmelerin altında ya da arasında kalmıştır. Bu durumda ayrıntılara varmak da kolay değildir haliyle… Biz şimdi bu zor kısmı daha sonraya bırakıp daha ferah yerlerden başlayalım. Örneğin; tarihi yarımadadan…

Bir bahar gününü seçin, erguvanlar açmış olsun mutlaka… Şöyle yüzünüzü bahar güneşine dönüp sol yanınızı Ayasofya’ya, sağ yanınızı Sultanahmet Camii’ne verecek şekilde parkta oturun.  Tam karşınızda Mimar Sinan tarafından yapılan Hürrem Sultan Hamamı olacak. Önce Klasik Osmanlı Mimarisi'nin en muhteşem hamamlarından biri olan bu çifte hamamı seyredin. Türk hamam mimarisinde bir yenilik olmak üzere ilk defa kadınlar ve erkekler kısmının aynı eksen üzerinde yapıldığı bu hamamdaki estetik, sahibinin adı gibi “Hürrem” yani gönül açıcıdır.

İki büyük imparatorluğun idari merkezi olan bu koca meydanda gözünüzü de gönlünüzü de doyurucu pek çok eser var kuşkusuz. Ancak sanıyorum herkesin tereddütsüz kabul edeceği gibi sol yanınızdaki eser, dünya mimarlık tarihinin en önemli eserlerinden biridir. Ayasofya…  Bugün gördüğümüz yapı üçüncü Ayasofya’dır ve 537 yılından beri şehrimizi süslemektedir. Kaynaklar, Bizans İmparatoru Justinianus’un açılış günü içeri girdikten sonra muhtemelen Mescid-i Aksa’yı kastederek “seni geçtim ey Süleyman” dediğini yazar. Bu mimari, tüm çağların en büyük mimarlarından biri olan Mimar Sinan’ı dahi etkilemiştir. Bizans döneminde şehrin en büyük kilisesi olan Ayasofya, Osmanlı döneminde de ağırlığını korumuş, bir Ulu Cami olarak varlığını sürdürmüştür. Günümüzde de bir müze olarak en kıymetli hazinelerimizden biridir.

 

Bu büyük meydanın diğer tarafında, oturduğunuz yerin sağında Klasik Osmanlı Mimarisi'nin belki de son örneği olan Sultanahmet Camii ile külliyesinden geri kalan bazı parçaları göreceksiniz. Mimar Sinan’ın “çıraklık eserim” dediği dört yarım kubbeli merkezi şemanın onun öğrencilerinden olan Sedefkâr Mehmed Ağa tarafından yorumudur şehrin gözbebeklerinden biri olan bu cami. Orijinalinde 6 minareli olarak yapılan tek cami olma özelliğini de taşır. O zamana kadar İslam âleminde 6 minareli tek yer Kâbe idi. Altı minarenin Kâbe’ye saygısızlık olmaması için sultan çözümü oraya yedinci minareyi yaptırmakta bulmuştur.

Artık ayağa kalkıp şöyle bir etrafımıza bakabiliriz. Sol çaprazımızda, caddenin karşısında taştan yapılmış, kule gibi duran bir yapı göreceğiz. Bu, şehre kemerlerle gelen suların dağıtım sisteminin bir parçası olan su terazisidir. Oraya doğru ilerlersek hemen yanında günümüzdeki zeminden daha aşağıda bulunan mermer bir taş parçası olduğunu fark ederiz. Bu ufak tefek taş, görkemli bir anıtın bize kalan tek parçasıdır. Burası, İstanbul’dan Roma’ya giden ana yolun başındaki mil taşı yani Milion’dur ve 324 tarihlidir.

Bu eski şehirde, özellikle de bu meydanda saatin nasıl geçtiği pek anlaşılmaz. Tüm eski kentlerde yani “Medine”lerde durum aynıdır. Çağdaş kentlerin eski bölgelerine yolum düştüğünde ben hep meydanda bir soluklanır, etrafımı incelerim öncelikle. Oranın en büyük, en görkemli yapısını, bazen kalesini, varsa meydandaki heykelleri yoklarım gözlerimle. Eğer o eski şehirde bir meydan yoksa o zaman şehrin kalesine çıkıp etrafa bakmak gerekir. Aynı tanımlamayı kaleden yapmak…  İçinize sindikten sonra seçeceğiniz ilk istikamete doğru adım atabilirsiniz artık.

Benden küçük bir tavsiye daha… Gireceğiniz mekân, her neresiyse, yıkık bile olsa önce etrafını dolaşın ve mutlaka kapısını bularak içeriye oradan girin. Mevcut yapıların da ana kapısını bulmaya çalışın. Örneğin Ayasofya’da ana salona mutlaka tam ortadaki İmparator Kapısı’ndan, Sultanahmet Camii avlusuna Hipodrom tarafındaki avlu kapısından girin. Doğru kapı, size doğru ve etkileyici bir bakış açısı verecektir.

Ayşe Didem Bayvas

bottom of page