Detaylar sizi çeker
Öylesine giriveririz bir yapıya… Belki evimize girdiğimizden daha özensiz gireriz hatta. Sanırız ki bizi bekleyen, görmemiz gereken her şey içeridedir. Hatta gireriz ve hiç durmadan ortaya ya da sağa-sola hedefsiz bir şekilde ilerleriz. Oysa her zaman başından başlamak gerekir, değil mi?
Bu yazıda bir yapıyı gezeceğiz sizinle. Muhtemelen pek çok kişinin gezdiği, zaten bildiği bir yapıyı… Bakalım gezdiğiniz halde görmediğiniz neler bulacağız? Hani geçen yazılardan birinde Sultanahmet Meydanı’nda oturmuştuk, yüzümüzde bahar güneşinin ılıklığı, sol yanımızdaki muhteşem binaya bakmıştık ya… Ayasofya’ya… Bu kez ona misafir olacağız.
Bugün gördüğümüz yapı, aynı yere yapılmış üçüncü Ayasofya olup MS 537 yılında tamamlanmıştır. Bu çağının en büyük yapısı, Anadolulu iki mimar tarafından beş yılda bitirildi. Bugünkü müze giriş kapısından geçip ziyaretçi güzergâhından ilerlediğinizde ana kapının önüne gelirsiniz. Biraz bekleyin burada lütfen. Birkaç adım arkaya gidin ve yapıyı seyredin önce. Osmanlı eklerini görmeye çalışın, örneğin minarelere bakın, üç ayrı formda dört minare göreceksiniz. Tuğla minare II. Bayezid zamanına aittir. II. Selim zamanında Ayasofya’nın ihyası için Mimar Sinan görevlendirilmiş, Fatih dönemine ait ahşap minare yerine yivli bir minare, ayrıca II. Selim adına da iki minare yapılmıştır. Binanın payandalarla desteklenmesi de bu dönemde gerçekleştirilmiştir. Ana girişin hemen solunda aşağı zeminde II. Ayasofya’dan kalan parçalar sergilenmektedir.
Artık içeri girebiliriz… Dış narteksten sonra vardığınız iç nartekste 9 kapıdan tam ortadaki kapı İmparator Kapısı’dır. İşte biz buradan gireceğiz ama önce gene başımızı kaldırıp bakalım, İmparator VI. Leo’nun Hz. İsa’nın önünde eğildiği mozaik panoyu inceleyelim, altın yaldızlı mozaik zeminde bize kültür tarihi için önemli bilgiler veren imparatorun giysisini de gözden kaçırmayalım. Bir adım daha attığımızda boşlukta yüzer gibi görünen dev bir kubbenin altında bulacağız kendimizi. Acele etmeyin, bakmamız gereken pek çok detay var. Önce kubbeye doğru ilerleyelim… Elbette yukarı doğru değil, biz iz düşümüne doğru ilerleyeceğiz. Bunun için yere bakmamız gerekiyor, yerdeki çarpı izlerini bulmamız… Her bir çarpıyı takip ederek kubbenin etrafını dolaşalım birlikte ve sonra yürüyüp ortalamaya çalışalım bu eliptik daireyi. Başımızı kaldırıp yukarı bakalım ve eğer çevrenizdekilere aldırmazsanız da gözlerimizi kapatıp, kollarımızı iki yana açarak kendi etrafımızda dönelim… İşte o boşluk duygusu… Hissetmemiz gereken sadece bu.
Artık yavaş yavaş etrafa bakabiliriz. Mahfilin hemen yanında zeminde, girilmemesi için kenarları çitle çevrilmiş kare biçimli bir alan göze çarpar. Yunanca’da “Yerin Göbeği” anlamında, omphalion denilen yer, bilinmeyen bir nedenle Bizanslılarca dünyanın merkezi olarak kabul edilirdi ve İmparatorların taç giyme töreni de burada yapılırdı.
Sonra koskocaman apsis yarım kubbesini, gökyüzü sayılan kubbe ile yeryüzü sayılan yerin arasında geçiş sağlayan meleklerin durduğu pandantifleri, Osmanlı döneminde eklenen Türk mermer işçiliğinin en güzel örneklerinden biri olan minberi, 19. Yüzyıl özelliği taşıyan mihrap ve hünkâr mahfilini, müezzin mahfilini, bütün İslam âleminin en dev ölçüde yazıları olarak kabul edilen 7.50 m çapındaki büyük levhaları dikkatlice inceleyelim. Mihrabın önünden önce güneye dönüp I. Mahmud döneminde yaptırılan kütüphaneyi mutlaka yakından inceleyelim.
Kütüphaneye girişi sağlayan çiçek ve kıvrık dallarla süslü tunç şebekeli iki kanatlı kapıdan bakıp çinileri, ahşap dolabı görmeye çalışalım. Sonra kuzey bölüme geçip dilek sütunundaki deliğe başparmağımızı koyup saat ibresi yönünde tam bir tur çevirmeye çalışırken dilek tutmayı unutmayalım.
Galeriye ise taş bir rampadan çıkacağız. Çıkar çıkmaz kubbeyi seyretme bahanesiyle korkuluklara dayanıp soluklanabiliriz. Güneye doğru ilerlersek İmparatoriçe ve maiyetine ait bölümde yani gynekaion’da biraz daha duralım. İmparatoriçenin tahtının konacağı yeri göstermek üzere yerleştirilmiş yeşil porfir daire durmak için uygun bir yer olacak. Sonra Cennet ve Cehennem kapısından geçip en dikkat çekici mozaik pano önünde duralım. Hz. Meryem ile Vaftizci Yahya’nın Hz. İsa’dan Kıyamet Günü için şefaat diledikleri ve sanat tarihinde “Deisis” olarak adlandırılan kompozisyon 12. Yüzyıldan bu yana varlığını sürdürmeye çalışmakta. İsa’nın yüzünün sağ ve sol yarılarının birbirlerinden farklı olarak tasvir edilmiş olduğuna muhakkak dikkat edeceksinizdir. 10-15 m yürüyüp dönüp baktığınızda da İsa size bakıyor gibi olacak. Bizans Rönesansı’nın başlangıcına tanıksınız şu anda. Galerinin sonuna kadar ilerleyelim. Oradaki iki mozaik panonun hikâyesini de öğrenmeyi unutmayalım. Dönüşte ise duvarlarda Osmanlı mimarlarının depremölçer olarak kullandığı cam levhaları bulmaya çalışalım.
Kuzey galeride doğuya kadar ilerlediğimizde apsis mozaiklerini daha rahat görebileceğiz. Tam karşımızdaki Başmelek Cebrail elinde tuttuğu dünyayı temsil eden küre ile bizi selamlayacak. Bu kez dönüşte dikkat etmemiz gereken mozaik en dip köşelerden birine yerleştirilmiş olan İmparator Aleksandros mozaiği.
Avluya çıkış kapımız dünyanın en eski kapılarından biridir. MÖ 2. yüzyıla ait bu bronz kapı kanatları Tarsus’tan getirilmiştir. Aşağı doğru biraz dikkatli bakarsak Ayasofya’nın 6. Yüzyıla ait zeminini görebiliriz. Ancak çıkmadan önce arkamızı dönüp yukarı bakmamız gerekiyor önce. Bu son şaheser mozaik kompozisyonda İmparator Konstantin’i İstanbul’un, İmparator Justinianus’u ise Ayasofya’nın maketini Hz. Meryem ve çocuk İsa’ya sunar durumda göreceğiz.
Bu dünyanın en eski katedralini gezmek pek kolay olmaz. Birçok özelliği bakımından mimari bir şaheser sayılan Ayasofya, gezmek için seçtiğimiz bir örnekti. Ancak benzeri mimari anıtları gezerken dikkat etmemiz gereken noktalar açısından çok belirleyicidir. Dışarıdan incelemek, ana kapıyı bulup içeri oradan girmek, geçtiğimiz her bölüme dikkat etmek ve ana mekâna ulaşınca önce durup bakmak, hissetmek, duymak… Sonra detaylar sizi çeker zaten, tıpkı antik bir kentin sizi gezdirmesi gibi…
Ayşe Didem Bayvas