Roma, her yolun çıktığı şehir...
Ölümsüz Şehir, Dünyanın Başkenti ve Âşıklar Şehri...
Benim Roma'da her yolum Piazza Navona'ya çıkar. Bunun için birkaç nedenim var. Biri meydanın en güzel süsü olan Fontana dei Quatro Fiumi. Ganj, Tuna, Nil ve Rio de la Plata nehirlerini temsil eder. Ben, Barok dönemin en olağanüstü heykelcisi olan Bernini'nin iflah olmaz bir hayranıyımdır da... Etrafında bir dolaşın, bir daha dolaşın, dolaşmaktan kendinizi alamayacaksınız.
İkinci nedenim Meydanın tam arkasındaki San Luigi dei Francesi Kilisesi, çünkü orada bir başka hayran olduğum sanatçının Caravaggio'nun en hayran olduğum eserlerinden biri var. "Aziz Matta ve Melek" tablosu bu kilisede asılı. Aslında Caravaggio daha farklı bir resim çizmiş ama o dönemde müstehcen diye kabul edilip reddedilmiş. Barok dönemin bu aykırı sanatçısı benim favorim.
Meydanın etrafında Santa Maria della Pace Kilisesi’nde Raffaello’nun "Dört Kadın Kâhin" resmi vardır.
Yakınlardaki bir diğer kilise Sant’Ivo alla Sapienza Kilisesi’dir. Borromini’nin tasarladığı kiliseler içinde en Barok olan yapıdır ve son derece fotografiktir.
Piazza Navona'ya gitmemin bir başka önemli nedeni ise eeeennnnn muhteşem tartuffoyu yapan yer yani Ristorante Tre Scalini. Meydanda başka yerler de var ama sakın buradan şaşmayın.
Campo dei Fiori ise bence Roma'nın renk ve lezzet bahçesi. Pazar hariç her gün öğlene kadar bir pazar var burada. Mutlaka öğlenden önce yolunuzu düşürün ve öğle yemeğini de burada yiyin. Campo dei Fiori eskiden çayırmış. Ortaçağ ve Rönesans döneminde kentin en hareketli yeriymiş. Zamanla kilise, Orsini’lerin sarayı inşa edilmiş. Fiori Meydanı’na açılan sokaklar terziler, okçular, şapkacılar gibi zanaatkârlara, kardinal, aristokrat ve yabancılara uğrak yeri olmuş. Meydanda ayın belli günlerinde hayvan pazarı kurulur, at ve sığır satılırmış. Aynı alanda sürekli bir darağacı durur, halka açık idam cezaları yerine getirilirmiş. Bu alanda birçok infaz yapılmış. Düşünceleri, eserleri nedeniyle cezalandırılanların simgesine dönüşen astronom, filozof ve matematikçi Giordano Bruno da bu meydanda diri diri yakılmış. 16. yüzyıl sonlarında, Venedik’in genç soylularından Giovanni Mocenigo, çok güçlü bellek arzu eder. Anımsama sanatı konusundaki ününü duyduğu Giordano Bruno’yu Venedik’teki malikânesine çağırır, ders almak ister. İstenen ders tehlikelidir o dönemde, Bruno’nun kullandığı yöntemleri “büyü” olarak isimlendirenlerin sayısı fazladır. Mocenigo yüksek bir ücret ödediği anımsama sanatı derslerinde hayal kırıklığına uğrayınca, Bruno’yu Venedik Engizisyonu’na şikayet eder. Böylece bilimle dinin karşı karşıya geldiği sekiz yıllık acımasız bir sorgulama başlar. Sanıklar işkenceden yürüyemez duruma getirilip, katır üzerinde taşınır meydana. İşte Bruno’nun da katır üzerinde ölüme geldiği bu meydanda, şimdi yüksek bir kaidenin üstünde heykeltıraş Ferrari’nin yaptığı kocaman tunçtan bir heykeli yer alır. Bruno keşiş giysileri içinde, başında kukuletası, elinde kitabıyla yukardan geçenleri selamlamakta. Heykelin kaidesindeki levhada “Ateşe verildiği bu yerde, öngördüğü kuşaklardan Bruno’ya” yazılı. Heykelini kaçırmayın.
Roma'nın en sevdiğim kısımlarından biri de İspanyol Merdivenleri. 1723-1726 yılları arasında Francesco De Sanctis tarafından Kral XV. Louis için tasarlanan İspanyol Merdivenleri’nin yapım amacı üst bölümünde yer alan Trinita dei Monti Kilisesi’ne meydandan ulaşım sağlamaktır. Meydanda bulunan Roma’daki Barok çeşmelerin en az dikkat çekeni olan Barcaccia, Gian Lorenzo Bernini ya da babası Pietro tarafından 1627 yılında tasarlanmıştır. Çeşmeyi besleyen su kanallarındaki basıncın düşük olmasından dolayı çeşmede fıskiyeler yerine su sızdıran bir tekne tasarımı kullanılmıştır.
Via dei Condotti'den biraz aşağıya doğru yürürseniz bir hazine ile karşılaşacaksınız. Antico Caffè Greco. 1760’dan beri orada olduğuna göre uğranmayı hak ediyor. Tatlılar kahve ve yaşanmışlık. Mutlaka arka salonda oturun. Goethe'nin, Baudelaire'in, Casanova'nın, Wagner'in oturduğu, soluduğu bir salonda kahve içmek ruhunuzu okşayacak.
Hazır oralardayken Popolo Meydanı’na gidin. Hemen girişteki Santa Maria del Popolo Kilisesi’nde solda apsise en yakın şapelde Caravaggio’nun Aziz Petrus’un Çarmıha Gerilişi ve Aziz Petrus’un "Dine Çağırılışı" tabloları var. Kaçırmayın. Girişte hemen soldaki ilk şapel olan Chigi Şapeli’ni ise Raffaello tasarlamış, belki görmek istersiniz.
Meydanda karşınıza iki kilise gelecek. 17. yüzyıla aitler. Santa Maria dei Miracoli ve Santa Maria in Montesano. Meydanda soldaki alan daha dar olduğu için simetrik yapamadığı kiliseleri mimar Rainaldi, Miracoli’ninkini yuvarlak kubbe, diğerini oval kubbe yaparak göz aldanması yaratarak çözmüş. Ben çok ilginç bulurum.
Galleria Borghese'ye gidecek zamanınız olur mu bilmem ama önceden randevu almak gerekiyor. Sabah saatlerine alırsanız daha iyi olur. Müthiş bir koleksiyon göreceksiniz.
Vatikan ise normalde bir gününüzü alır. Müze için de önceden bilet almak lazım. O zaman çok beklemezsiniz.
Önce müzeyi gezin sonra kiliseye girin. Müze yaklaşık 4 saatinizi alır. Kış aylarında öğleden sonra müze kapalıdır. Her mevsim çok kuyruk olur. Açılış saatinden yarım saat kadar önce kuyrukta olun.Güzergâh zaten belli, takip etmeniz yeterli. Ancak çok değerli resim koleksiyonunun, sarmal rampanın, Sistine Şapeli’nin ve Rafaello Odaları’nın özel bir dikkat istediğini de hatırlatmalıyım. Rafaello Odaları’nda meşhur "Atina Okulu" ve Sistine Şapeli’nin tavanında meşhur "Âdem’in Yaratılışı" ve "Mahşer" freskoları çok tanıdık gelecek elbette.
Katedrale girdiğinizde sağda Michelangelo'nun ilk "Pieta" heykelini göreceksiniz. Michelangelo’nun, çağının önünde bir kimlik olduğunu kabul etmeliyiz. Michelangelo’nun tek başına Rönesans’ın bir özetini sunduğu söylenebilir; heykeltıraş, ressam, mimar ve şair olarak, yapamadığı pek az şey var gibi görünüyordu. İnsan olarak ise, ne yazık ki tam bir kâbustu. Ama olsun, ben onu öyle seviyorum. “San Pietro Pietàsı”, Rönesans ilkeleri ve düzeninin sergilenişi açısından üst düzeyde bir örnektir. Çok uzun anlatmak isterdim ama o kadar vaktinizi almak istemem.
Papalık Altarı’nı mutlaka görün. On altıncı yüzyıla aittir. Altarın durduğu baldaken Bernini’ye aittir.
Mutlaka Cuppola'ya çıkın. O görüntü var ya o görüntü... Yorgunluk mu o da neymiş dedirtir size.
Tabii Vatikan'a gitmişken Castel Sant'Angelo'ya da çıkmayı unutmayın. Kale, MÖ 139 yılında Roma imparatoru Hadrian’a (117-138) mozole olarak inşa edilmiş, sonra zamanla Kilise’nin askeri karargahı haline dönüşmüş. Efsaneye göre baş melek Mikail kılıcını kınına sokarken mozolenin üzerinde görünerek ve o yıllardaki büyük veba salgınını sona erdirmiş. Cem Sultan’ın da sürgün geçirdiği yılların bir kısmına ev sahipliği yapmış. Kentin en güzel manzarası belki de buradan olandır. Hatta burada bir kahve için. VI. Alexander adıyla Papa olan Borgia’nın merdivenlerini atlamayın.
Burası tam bir gün alır. Vaktiniz kalırsa o bölgede alışveriş için hoş dükkânlar da var.
Karşı yakaya mutlaka yürüyerek geçin. Bir zamanlar Tiber üzerinde denizden 100 kilometre içeriye seyir etmek mümkünmüş, ama zamanla suyun bıraktığı tortu nedeniyle hem nehir ağzındaki limanlar kapanmış, hem de denizden içeri ancak Roma’ya kadar ulaşılır olmuş (yaklaşık 25 kilometre).
Bir gününüzün sabahını antik Roma’ya ayırın. Önce Forum’u gezin. Foro Romano ise Palatino ve Capitolino tepeleri arasında yer alan ve eski Roma medeniyetinin çevresinde geliştiği bir merkez konumunda. MÖ 7. yüzyılda yapımına başlanan ve 900 yıldan fazla süre devletin ve şehir hayatının merkezi olan meydan, dikdörtgen şekilde inşa edilmiş. Forum, Batı ve Doğu olmak üzere iki bölümdür. Batıda Septimus SeverusTakı’nı, Satürn Tapınağı’nı atlamayın. Doğuda ise Vesta Tapınağı, Romulus Tapınağı, Titus Takı ve hele de Traianus Pazarları’nı mutlaka görün. Maxentius Bazilikası pagan Roma’da yapılan son bazilikadır. Hatta Maxentius başlamış ama Constantinus bitirmiştir.
Palatino ise Roma'nın kurulduğu tepe. Malum, Roma’nın kurucusu olduğuna inanılan Romulus ve Remus kardeşlerin bir dişi kurt tarafından bu tepede yer alan bir mağarada bulunduklarına ve kurdun çocukları besleyerek onların hayatta kalmalarını sağladığına inanılıyor. Bu tepe her daim rağbet gören bir yer. Cicero’nun evi de buradaymış. Augustus bu tepede doğmuş, hatta adıyla anılan bir ev hala durmakta ve gayet de iyi durumda.
Gladyatörlerin ruhunu hissetmek istiyorsanız tabii ki Colosseo'ya gideceksiniz. MS 72 tarihlidir. 50.000 oturan ve 10.000 ayakta seyirci kapasitesine sahip dünyanın en büyük arenasıdır. Oradan Arco di Costantino'yu görürsünüz zaten. Roma içerisinde ayakta kalan tek tak Constantinus’un İmparator Maxentius’a karşı kazandığı zafere adanmış.
Colosseum’a yakın ilk Hıristiyan kilisesi San Giovanni in Laterano var. Constantine’in karısı Rausta’nın yaptırdığı tahmin ediliyor. Bugünkü yapı orijinal değil. Borromini tarafından 17. yüzyıl başında yapıldı. Bu kilisenin eskiden nasıl olduğunu gösteren bir fresko Termini İstasyonu’na yakın San Martino ai Monti Kilisesi’nde var.
Gene oralarda San Clemente Kilisesi vardır. Aslında 4. yüzyıl ama birçok kez yenilenmiş. Resimler de 4. yüzyıl değil. Daha çok 9. yüzyıl. Gelgelelim Bizans etkisinden çok Orta Çağ Avrupa etkisinde. Altında bir katakomp var. Bence mutlaka görmelisiniz.
Gelelim Piazza Venezia'ya... Neredeyse her yerden ulaşılan bir meydandır. Beni heyecanlandıran kısım buradan Michelangelo'nun tasarımını yaptığı Piazza del Campidoglio'ya ulaşımı. Bu yamuk meydan, bizim dahinin dahice başka bir tasarımı. Müzeleri gezecek zamanınız olmazsa da meydanı mutlaka görün.
Hazır oralardayken La Bocca della Verità'ya da uğrayın. Santa Maria in Cosmedin kilisesinin revakına yerleştirilmiş olan, mermer üzerine insan yüzü şeklinde yapılmış bir heykel. Söylentiye göre, eğer yalan söylediysen, elini korkunç ağza soktuğunda elin ısırılarak kopuyormuş.
Yunanca “Tüm Tanrıların Tapınağı” anlamına gelen Pantheon'u da unutmayalım tabii, antik Roma’nın tüm tanrıları için tapınak olarak inşa edilen bir yapı. Halen Roma’nın en eski binası olmasına rağmen muhteşem mühendislik harikası olma özelliğini asla kaybetmiyor. Raphaello'nun mezarı da burada. Kendisine saygılarımı iletin.
Gene hazır oralardayken Fontana dei Trevi'ye para atmayı unutmayın. Nicola Salvi tarafından bir sarayın cephesine yapılmış. Çeşmenin üzerinde bulunan temel figür olan Poseidon’un solunda Ceres (Demeter) ve sağında Salus (Hygieia) ile çeşmeye adı verilen iyi kalpli bakire kız bulunuyor.
Termini İstasyonu tarafına yolunuz düşerse üç önemli yapı var. Biri Santa Pudenziana Kilisesi, 4. yüzyıl sonu. Sadece bir apsis mozaiği var. Gerçi o da Rönesans’ta restore edilmiş ama bir figür orijinaldir. İkincisi Santa Maria Maggiore Kilisesi, 4. yüzyıl ortası. Çok zengin bir süslemesi var. Birkaç kez değişiklik geçirmiş. Önemli tarafı içindeki zafer takında Meryem’in Efes Konsili’nde Tanrı Anası olarak kabulünden sonra ilk kez Theotokos olarak resmedilmiş halinin bulunmasıdır. Üçüncüsü ise San Pietro in Vincoli Kilisesi. Michelangelo’nun "Musa" heykelinin olduğu kilise.
Son son Trastevere'ye de gidin. Labirent gibi dar sokakları, renkli evleri, taş sokakları ve yaşam enerjisiyle sizi içine çekecek. Tiber nehrinin adı Tevere aslında. Tevere’nin karşısı anlamında olan Trastevere kentin en güzel semtlerinden biri bence. Epey de gece hayatı var. Biraz dolaşıp akşam yemeğinizi de burada yiyebilirsiniz. Ferzan Özpetek’in müdavimi olduğu Le Mani in Pasta'yı tavsiye ederim. Deniz mahsullü linguineleri müthiştir. Hatta önceden Santa Maria Meydanı’nda Sabatini’de benim için bir Campari Rosso için.
Buradaki San Crisogono Kilisesi, ilk ibadetler için kullanılan en eski evlerden birinin üzerine kurulmuştur. Ayrıca Santa Maria in Trastevere Kilisesi de ilk resmi kiliselerdendir. Ancak bugünkü kilise, 12. yüzyıl. Tam bir Orta Çağ Avrupa üslubundadır.
Önerim öncelikle bir Roma Pass almanız. Ulaşım ve müze girişleri çok hesaplı olur böylece.
O zaman iyi eğlenceler...